E-BÜLTEN

E-bültenimize abone olarak
en son bilgilere ve haberlere ulaşabilirsiniz.

Ana SayfaGündem'Bu benim son konuşmam'---

'Bu benim son konuşmam'

'Bu benim son konuşmam'
01 Ekim 2013 - 15:34 borsaningundemi.com

TBMM'nin yeni yasama yılı açılıyor. Açılış konuşmasını Cumhurbaşkanı Gül yapıyor

TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı Cemil Çiçek'in başkanlığında toplandı. TBMM Başkanı Çiçek, 24. Dönem 4. Yasama Yılı'nın sunuş konuşmasını yaptı. Şu anda Abdullah Gül, 11. Cumhurbaşkanı olarak son kez kürsüde konuşma yapıyor...
TBMM'nin yeni yasama yılı açılıyor. Açılış konuşmasını Cumhurbaşkanı Gül yapıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM'nin yasama dönemi açılış toplantısında yaptığı konuşmada, Gezi olaylarına değinerek, "Genç kuşakların hassasiyetlerine duyarlılık göstermeliyiz" mesajı verdi. Gül, Gezi olaylarında yaşamını yitiren 6 kişiye de rahmet dilediğini sözlerine ekledi. Gül, konuşmasının sonunda da "Bu, seçildiğim görev süresi içerisinde benim son yasama yılını açış konuşmam" dedi.
Gül, 11. Cumhurbaşkanı olarak görev süresi içinde son kez yasama yılı açılış konuşmasını yapıyor. Gül'ün konuşmasında üzerinde durduğu önemli noktalar şöyle:
SANDIĞA İNANCIMI HİÇ KAYBETMEDİM- Demokratik teamüllerin zorlandığı veya ayaklar altına alndığı dönemlerde dahi, halkımızın milli iradesini er ay da geçe sandığa ve ülke yönetimine yansıtacağına inancım hiçbir zaman sarsılmadı.
DEMOKRASİ FREN VE DENGELER SİSTEMİ- Demokrasinin bir fren ve dengeler sistemi olduğunu daima akılda tuttum. Katılımcı, çoğulcu ve özgürlükleri genişleten bir demokrasi anlayışı içinde demokratik reformların gerçekleştirilmesini her fırsatta savuna geldim.
KUTUPLAŞMA TEHLİKELİ- Ülkemizde siyasi tartışmalarla başlayan kutuplaşma, bazen siyasetin ötesine geçebilmekte, kimliklere, inançlara, hassasiyetlere dokunan bir nitelik kazanabilmektedir. Böyle bir kutuplaşma elbette milletimizin sosyal insicamını bozma tehlikesi taşıyor. Her meseleye, her tartışmaya, "siyah-beyaz", "doğru-yanlış", "haklı-haksız", "bizden-onlardan", "dost-düşman" zaviyesinden bakamayız.
REFORMLARDA MUHALEFETİN DE KATKISI VAR- Son yıllarda demokratik standartlarımızı yükseltmek amacıyla "sessiz devrim" olarak adlandırılabilecek pek çok köklü reform hayata geçirilmiştir. Bu süreçte, iktidarın olduğu kadar ,muhalefetin de katkısı olmuştur.
REFORM RUHU SÜRMESİ- Doğu'da ve Batı'da da takdirle karşılanan bu refoürm ruhunu bugün de devam ettirmemizde büyük fayda vardır.
İŞTE GÜL'ÜN KONUŞMASININ TAM METNİ
Gül'ün konuşması Çankaya Köşkü'nün de sitesine kondu. İşte Gül aşağıdaki açıklamayı yapıyor...
''Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 24. Dönem 4. Yasama Yılı’nın açılışında, siz Değerli Milletvekillerine hitap etmekten büyük memnuniyet duyuyor, hepinizi en samimi duygularımla selamlıyorum.
Her yasama yılı başlangıcında bu kürsüden ülkemizi yakından ilgilendiren gelişmeler hakkında görüşlerimi sizlerle paylaşıyorum.
Altı yıl önce ben de milletvekili olarak şimdi sizin oturduğunuz sıralarda oturuyordum. Beni Cumhurbaşkanı olarak seçen, üyesi bulunduğunuz Yüce Meclis’tir.
Kurtuluşumuzun, kuruluşumuzun ve demokrasimizin ocağı olan bu Meclis, istiklal ve istikbalimizin de nihai teminatıdır.
Görev yaptığım altı yıl boyunca Yüce Meclis’in seçtiği 11. Cumhurbaşkanı olmanın şeref ve gururunu hep taşıdım. Bir yandan, anayasal sorumluluklarımı yerine getirirken, diğer yandan, egemenliğin gerçek temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çalışmalarını yakından izledim.
Demokrasimizin kendi dinamikleri içinde yaşaması ve ilerlemesi için yoğun mesai harcayan Değerli Siyasi Partilerimize ve tüm Milletvekillerimize bu vesileyle teşekkür ederim.
Bu süre zarfında Anayasa’nın bana verdiği yetki ve sorumlulukları, demokratik teamüller, hukukun üstünlüğü, kamu vicdanı ve milletimizin hassasiyetleri çerçevesinde kullanmak için azami çaba sarfettim.
2007 yılındaki seçilme sürecinde yaşanan demokratik olgunluğa yakışmayan zorlama ve tartışmaları arkamda bırakarak, Türkiye’nin normalleşmesine özen gösterdim.
Millet iradesine gölge düşüren, siyasi hayatımızı zaman zaman tehlikeye sokan örtülü vesayetlerin ortadan kaldırılması için Meclisimizin ve halkımızın ortaya koyduğu kararlılığa destek oldum.
SANDIĞA İNANCIMI HİÇ KAYBETMEDİM
Çoğulcu demokrasilerde siyasi partiler, birbiriyle yarışır, mücadele eder, neticede ülke kazanır. Sizin demokratik mücadelenizden de hep Türkiye kazanmıştır, kazanacaktır.
Bu kazancın ne kadar değerli olduğunu görmek için gözlerimizi sınırlarımızın biraz ötesine çevirmemiz yeterli olacaktır.
Aktif siyasetin içinden gelen,  Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı yapmış biri olarak seçimlerin belirleyiciliğine, sandığın erdem ve onuruna yürekten inandım.
Demokratik teamüllerin zorlandığı veya ayaklar altına alındığı dönemlerde dahi, halkımızın milli iradesini er ya da geç sandığa ve ülke yönetimine yansıtacağına inancım hiçbir zaman sarsılmadı.
DEMOKRASİ FREN VE DENGELER SİSTEMİ
Demokrasinin hoşgörü, tahammül, sabır, azim ve fedakârlık gerektirdiğinin hep bilincinde oldum.
Yine, demokrasinin bir fren ve dengeler sistemi olduğunu daima akılda tuttum.
Katılımcı, çoğulcu ve özgürlükleri genişleten bir demokrasi anlayışı içinde demokratik reformların gerçekleştirilmesini her fırsatta savunageldim.
SANDIĞA İNANCIMI HİÇ KAYBETMEDİM
Bu nedenle, temel insan hakları ve demokratik değerler bakımından etrafımızda yaşanan onca trajediye rağmen, demokrasinin, hukukun üstünlüğünün bölgemizde de er ya da geç hüküm süreceğine olan inancım hiç eksilmedi.
Bu şartlar altında, yüzlerini ve umutlarını Türkiye’ye çeviren kardeş halklara yapabileceğimiz en anlamlı katkının, Türk demokrasisini sağlam ve güçlü tutmak olacağı kanaatindeyim.
200 yıllık anayasa ve demokrasi geleneğimizin en önemli unsuru, hâkim güvencesinde yapılan seçimlerdir. Yani, sandıktır.
Önümüzdeki iki yıldan az sürede ülkemiz üç önemli seçimi gerçekleştirecektir. Halkımızın önüne, tercihlerini hür bir şekilde yapacağı seçim sandıkları konulacaktır.
Bir demokrasi şöleni havasında gerçekleştirileceğinden emin olduğum seçimlerin ortaya çıkaracağı milli iradeye, her zaman olduğu gibi, herkes saygı duyacak, seçimi kazananlar tüm milletimizi temsil edeceklerdir.
BİZDEN-ONLARDAN ZAVİYESİNDEN BAKAMAYIZ
Demokrasinin en temel şartı olan seçim dönemlerinde bazen tanık olunan kutuplaşmanın, siyasi partilerimize de ülkemize de faydası yoktur.
Ülkemizde siyasi tartışmalarla başlayan kutuplaşma, bazen siyasetin ötesine geçebilmekte, kimliklere, inançlara, hassasiyetlere dokunan bir nitelik kazanabilmektedir.
Böyle bir kutuplaşma elbette milletimizin sosyal insicamını bozma tehlikesi taşır.
Her meseleye, her tartışmaya “siyah-beyaz”, “doğru-yanlış”, “haklı-haksız”, “bizden-onlardan”, “dost-düşman” zaviyesinden bakamayız.
Esasen toplumsal meselelerde, hayata geçirelebilir çözümler, daha çok gri alanlarda, orta yolda ve uzlaşıda bulunabilmektedir. Çünkü insan fıtratı, kalıpları, kampları, önkabulleri, önyargıları ve ötekileştirilmeyi sevmez. Aslında kutuplaşmadan uzaklaşan ülkeler normalleşir. Yapılan reformlar ancak kutuplaşmanın yaşanmadığı dönemlerde kalıcı olur, kök salar.
Bu nedenle, kutuplaşmalardan kaçınarak, demokrasimizin değer ve erdemlerine toplum olarak sahip çıkalım. Demokrasiye yönelik tehlikeler konusunda hep birlikte uyanık olalım.
DEMOKRATİKLEŞME PAKETİNİ MEMNUNİYETLE KARŞILADIM
Bir ülkede gelişme, ilerleme, toplumsal huzur, refah ve mutluluk demokrasi çatısı altında mümkün olabilir.
Ancak demokrasi statik bir sistem değildir; yaşayan, gelişen ve değişime ayak uyduran bir yönetim biçimidir.
Son yıllarda demokratik standartlarımızı yükseltmek amacıyla “sessiz devrim” olarak adlandırılabilecek pek çok köklü reform hayata geçirilmiştir.
Bu sürece, iktidarın olduğu kadar, muhalefetin de katkısı olmuştur.
Doğu’da da Batı’da da takdirle karşılanan bu reform ruhunu bugün de devam ettirmemizde büyük fayda vardır. Hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, ülkemizin daha kolay ve iyi yönetilir hale getirilebilmesi ancak bu reform ruhuyla mümkün olabilir.
Bu bağlamda, dün Sayın Başbakan tarafından açıklanan ve ülkemizin önemli sorunlarına çözüm getireceğine inandığım yeni adımları da memnuniyetle karşıladığımı belirtmek isterim. Bu sürecin devam ettirilmesi gerektiğine de inanıyorum.
Türkiye gibi genç, dinamik ve hızla şehirleşen bir toplumun demokratik sistem içerisinde dile getirilen ihtiyaçları ve talepleri bitmez, hep süreklilik arzeder.
GEZİ PARKI'NDA GENÇLERİN BARIŞÇI EYLEMLERİ
Bu anlayışla, Gezi Parkı’nda çevre duyarlılığı ve şehir estetiği kaygılarını sergileyen gençlerin barışçı eylemlerini, demokratik gelişkinliğimizin yeni bir tezahürü olarak gördüm.
Uzun yıllar yargısız infazlarla, işkenceyle ve vahim insan hakları ihlalleriyle anılmış olan ülkemizin, bu kez, gelişmiş demokrasilerdekilere benzer kaygı ve taleplerle gündeme gelmesinden çekinilecek bir husus yoktu.
Bu nedenle, gerek ben, gerek Hükümet yetkilileri, “iyi niyetli mesajların alındığını” eylemlerin hemen ardından ifade ettik.
Ne var ki, bazı aşırı gruplar, şiddet kullanarak ve vandalizm sergileyerek barışçı gösterileri istismar etme teşebbüsünde bulunmuşlardır. İyi niyetle başlayan bu eylemler zamanla kamu düzenini bozan, yanlış bir niteliğe bürünmüştür.
Neticede,  ülkemizin algısını zedeleyen talihsiz olaylar yaşanmış ve maalesef bu süreçte biri polis altı vatandaşımız hayatını kaybetmiştir.
GEZİ OLAYLARINDA HAYATLARINI KAYBEDENLERE RAHMET DİLERİM
Bu eylem ve olaylarda hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, acılı ailelerine başsağlığı dilerim.
Bu süreç içerisinde zaman zaman şahit olduğumuz başta aşırı güç kullanımı olmak üzere tüm hukuk ihlalleri araştırılmakta, yargı süreçleri devam etmektedir.
Millet olarak bu olaylardan gerekli dersleri çıkartmalı, yapılacak ayrıntılı sosyolojik çalışmalarla özellikle genç kuşakların hissiyatını anlamak için duyarlılık göstermeliyiz.
Demokrasilerde, farklı düşünceler, itirazlar, şiddete bulaşmadan, hukuk ve meşruiyet sınırları içinde ifade edilebilir. Böylece, yetkililerin ve kamuoyunun dikkati çekilebilir.
Ne var ki yapılacak bu eylem ve gösterilerin toplum hayatının genel akışını engellememesi ve diğer vatandaşların hak ve özgürlüklerini zedelememesi gerekir.
Şiddet yoluyla demokratik mesaj ve taleplerin dile getirilmesi de, bu mesajların alınması da sözkonusu olamaz. Toplum düzeninin illegal şekilde bozulduğu durumlarda ise yetkililer elbette görevlerini yerine getirmek zorundadırlar.
Bu olayları arkamızda bırakarak, artık ileriye doğru bakmalı ve bu tecrübeden demokrasimizin katılımcı ve çoğulcu vasıflarını güçlendirme yolunda yararlanmalıyız.
Unutmayalım ki, farklılıklarımız milli kumaşımızın renk ve desenleridir. Esasen bu renkler ve desenler bir bütün olarak ‘milletimizi’ oluşturmaktadır.
Bu nedenle, tüm kimliklere, inançlara ve hayat tarzlarına saygıyla yaklaşmak ve sorunlarını çözüme kavuşturmak toplumsal barışın vazgeçilmezidir.
KUVVETLER AYRILIĞI VURGUSU
Kuvvetler ayrılığı, özgür basın ve etkili muhalefet demokrasinin olmazsa olmazları arasındadır.
Yasama, yürütme ve yargının etkin ve verimli çalışması; ciddi, yapıcı, güçlü bir muhalefetin varlığı; özgür, eleştiren, tarafsız ve bağımsız bir medya; ülkelerin demokratik gelişimi açısından çok önemlidir. Anayasa ve yasalarla teminat altına alınmış özgürlüklerini kullanma iradesine sahip bir medyanın varlığı, demokrasimize güç katar.
Geçen yıl bu kürsüden de ifade ettiğim gibi, tüm bu konularda ortaya çıkan eksikler veya yanlış uygulamaların düzeltilmesi tüm ülkemizin yararınadır.
Zira, demokratik hak ve özgürlüklerin en geniş biçimde kullanılmasına imkan sağladığı için geriye gitmiş, bundan zarar görmüş dünyada tek bir ülke dahi yoktur.
Bu nedenle, işleyen demokrasisiyle bölgesinde seçkin bir yere sahip olan ülkemizde, en yüksek demokrasi standartlarını hâkim kılmak temel önceliğimiz haline gelmelidir.
Öte yandan, demokratik kültürün içselleştirilmediği bir siyasi ve sosyal düzende, anayasal kurum ve güvenceler ne kadar iyi çalışırsa çalışsın, gerçek anlamda olgun bir demokrasinin varlığından söz edilemez.
Tüm siyasi partilerimizin demokrasi kültürümüzü geliştirmek için gayret göstermesi ülkemizin geleceği bakımdan önemlidir.
Demokrasi kültürünün oluşması bakımından en kritik aktörlerden biri de şüphesiz ki medyadır. Bu bakımdan medyanın da yapıcı bir tavırla bu sorumluluğunun farkında olması önemlidir.
KÜRT SORUNU DEMOKRASİ İÇİNDE ÇÖZÜLEBİLİR
Uzun yılların ihmali ile demokratik noksanlıklarımızın eseri olan Kürt sorununun da yine demokrasi içerisinde çözülebileceğini hep savundum.
Bu doğrultuda yürütülen tüm reform çalışmalarına ya öncülük ettim, ya da bu gayretleri destekledim. Sözkonusu çabaların siyaseten değil, milletimizin bekası için yapılması gerektiğine daima inandım.
Millet olarak kendi sorunlarımızı büyük bir özgüven içinde çözebileceğimizi her zaman ifade ettim. Halkımızın hak, adalet ve daha geniş özgürlük yönündeki taleplerinin karşılanmasının ve vicdanlara ters düşen yanlışların giderilmesinin, devletimizin ve hükümetimizin en şerefli vazifesi olarak gördüm. Bu şekilde gerçekleşecek çözümlerin onuru ve itibarının da devletimize ve milletimize ait olacağına inandım.
Hâlihazırda, Hükümetimiz,  iyi niyetle ve cesaretle çözüm sürecini sürdürmektedir.
Bu gayretlerin sonucunda erişilen sükûnet ortamı, halkımızın barış, huzur ve refah yönündeki umutlarını arttırmıştır. Anadolu’yu ziyaretlerim sırasında, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde gerçekleştirdiğim temaslarda halkımızın bu heyecanına bizzat şahit oldum.
Mevcut sükûnet ortamının kalıcı kılınması ve sürecin bir “kardeşlik barışı”yla taçlandırılabilmesi için gerekli adımlar suhuletle ve kararlılıkla atılmalıdır.
Bu elbette bir pazarlık süreci olamaz. Sorunun özü de, çözümü de demokrasimizin standartlarının daha da yükseltilmesinde yatmaktadır.
Milli birlik ve beraberliğimizi pekiştirmenin yolu, ülkemizin geleceğine tüm vatandaşlarımızın eşit ve kararlı bir şekilde inanması ve sahiplenmesinden geçer.
Demokratik sahiplenme ve ilerleme, tehditlerle, şiddetle sağlanamaz. Türkiye gibi köklü devlet geleneğine sahip bir ülkenin halkı, bu tür tehditler karşısında nasıl davranacağını kuşkusuz bilir.
Bu nedenle, herkesin sorumluluk duygusu içinde hareket ederek iyi niyetli gayretlere katkıda bulunması gerekir.
Yakın bölgemizde yaşanan trajediler, ülkemize, demokrasimize, milli birlik ve bütünlüğümüze sahip çıkmanın ne kadar önemli olduğunu göstermiştir.
Bölge halklarının umut olarak gördüğü Türkiye, “kendi barışının fırsat ve umudunu” söndürmemelidir.
SURİYE'DEKİ SAVAŞ
Geçen yıl bu kürsüden küresel ve bölgesel gelişmelere dair yaptığım değerlendirmelerde tablonun karamsarlığına vurgu yaptığımı herhalde hatırlayacaksınız.
Maalesef bugün gelinen noktada, çok daha olumsuz, kırılgan ve daha karamsar bir tabloyla karşı karşıyayız.
Suriye’de geçen yıl binlerle ifade ettiğimiz kayıplar, bu yıl yüz bini aşmış; toplu katliamlara yol açan kimyasal silahlar kullanılmış ve Suriye nüfusunun neredeyse yarısı mülteci durumuna düşmüştür.
Etnik, dini, mezhebi ve ideolojik fay hatları etrafında cereyan eden Suriye’deki iç savaş, tüm bölge için risk ve tehdit oluşturmaktadır.
Ayrıca, Arap âleminin en önemli ülkesi Mısır’da, başlangıçta büyük ümitler yeşerten demokrasi deneyimi akamete uğramıştır.
Yine, komşumuz Irak’ta son 10 yıldır devam eden terör ve şiddet dalgası sadece geçen mübarek Ramazan ayında 1500 kişinin ölümüne neden olmuştur.
Tüm bunlara ilave olarak, dünyanın başka yerlerinde irili ufaklı çatışmalar, terörist eylemler, yoksulluk ve sosyal huzursuzluklar devam etmektedir.
Malumunuz olduğu üzere, geçen hafta BM Genel Kurulu vesilesiyle bulunduğum New York’ta çok sayıda temas gerçekleştirdim. Sizlere özetini sunduğum vahim durumlar karşısında uluslararası camianın sergilediği tutum da üzüntü vericidir.
Büyük umutlarla başladığımız 21. Yüzyılın ilk 13 yılında insanlık bu yüzyıla hiç de yakışmayan trajedilerle karşı karşıyadır.
Yaklaşık yüzyıl önce yasaklanmış kimyasal silahlar kullanılmakta; Orta Çağ’da Hıristiyan âleminde yaşanan mezhep çatışmalarının benzeri, maalesef bu sefer bizim bölgemizde Müslümanlar arasında cereyan etmektedir.
Ardımızda bıraktığımızı düşündüğümüz Soğuk Savaş’ın ideolojik rekabet ve vekâlet savaşlarının benzerleri, bugün Suriye’de sahnelenmekte; radikalizm ve aşırılık küresel düzeyde yayılmaktadır.
Arap dünyasında yönetenler ile yönetilenler arasındaki meşruiyet bağını sağlamlaştıracak demokratik dönüşüm süreci sancılı bir döneme girmiştir.
Bahsettiğim küresel ve bölgesel konjonktür, doğal olarak ve belki de en fazla ülkemizi çetin dış politika tercihlerinde bulunmaya zorlamaktadır.
Tüm bu olumsuz tabloya rağmen ülkemiz, işleyen demokrasisi ve gelişen ekonomisiyle bölgesinde bir istikrar adası ve umut kaynağı olmayı sürdürmektedir.
Esasen bizim açımızdan en temel dış politika önceliğinin de, bize yumuşak ve erdemli güç olma özelliği sağlayan bu konumumuzu korumak ve bugüne kadar elde ettiğimiz kazanımları muhafaza etmek olduğu kanaatindeyim.
Türkiye ancak bu yolla, çevresinin demokratik değişim ve dönüşümüne katkı sağlar.
Dolayısıyla, önceliklerimizi bu şekilde belirlemek, halkımıza karşı sorumluluğumuzun ve ülkemizin yüksek menfaatlerinin bir gereğidir.
SURİYE'DE AKAN KAN DURDURULMALI
Komşumuz Suriye’de cereyan eden iç savaş şüphesiz ülkemizin en ciddi dış politika meselesidir. Kimyasal silahların kullanımı iç savaşa yeni bir boyut getirmiştir.
Suriye’deki kimyasal silahların önce uluslararası denetime alınması, bilahare yok edilmesi için Birleşmiş Milletler çatısı altında bir ara-çözüm bulunmuştur.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki, Türkiye olarak Suriye’deki kimyasal silahların tamamının, denetlenebilir bir şekilde, en kısa zamanda imha edilmesinden memnuniyet duyarız.
Ayrıca ümit ederim ki, Suriye’deki kimyasal silahların temizlenmesi için başlatılan bu süreç, tüm Ortadoğu’nun nükleer dâhil bütün kitle imha silahlarından arındırılmasına öncülük edecek yeni bir güvenlik mimarisinin ilk adımı olur.
Ancak, kimyasal silahlarla ilgili atılacak adımlar, Suriye’deki insani trajedinin gerçek mahiyetini unutturmamalıdır. Ülkede akan kan ve şiddet mutlaka durdurulmalıdır.
Ortada yüz binden fazla insanın hayatını kaybettiği, 21. Yüzyılın en büyük katliamı sözkonusudur. Bu vahşi iç savaşa bir son verilemezse korkarım gelecek sene bu rakamların katlanarak devam ettiğini hep birlikte görürüz.
İnsanlık onuru ve vicdanını yaralayan bu durum karşısında uluslararası camianın daha fazla hareketsiz kalması kabul edilemez. Suriye halkının bekası, güç dengesi politikalarına, Soğuk Savaş mantalitesiyle yürütülen vekâlet savaşlarına ve dar çıkar hesaplarına feda edilmemelidir.
İç savaşlar, savaşların en acımasız olanıdır. Bu çatışmalar uzadıkça radikalizm ve aşırıcılık kök salmakta, kendi altyapısını oluşturmakta, sadece iç savaş yaşayan ülkeyi değil, bölgesel ve küresel istikrarı da tehdit etmektedir. Bunun örneklerini, Afganistan’da, Somali’de, Irak’ta gördük, görmeye devam ediyoruz.
Bu bağlamda, her ne gerekçe ile ve kaynağı ne olursa olsun masum insanları vahşice katleden her türlü eylemi kınıyorum.
Ülkemizi hemen yanıbaşımızda filizlenen tehlikelerin uzağında tutmak, şüphesiz milli güvenlik politikamızın öncelikleri arasındadır.
Suriye’deki iç savaşın komşu ülkeler için oluşturduğu bir başka büyük sorun da mülteciler meselesidir.
Suriye’deki çatışma ve saldırılardan kaçarak ülkemize sığınan insanlara bu zor günlerinde kucak açmak, milletimizin şerefle ifa ettiği bir insanlık vazifesidir. Ülkemizin bu sorumluluğu büyük bir fedakârlık ve özenle yerine getirdiğine esasen tüm dünya şahittir.
Bugün itibariyle sayıları yüzbinleri bulan ülkemizdeki Suriyelilerin memleketlerine olan bağlarının idamesi ve kopmaması için Suriye’nin bir an önce yeniden yönetilebilir ve yaşanabilir bir ülke haline getirilmesi elzemdir. Aksi takdirde,  bu durumun kalıcı hale gelmesinin mülteciler için de, kabul eden devletler için de ne kadar zor ve kalıcı bir soruna dönüştüğünün dünyada çok çarpıcı örnekleri mevcuttur.
Suriye halkının acılarının dindirilmesi ve bölgenin yeniden istikrara kavuşturulması için çabalarımızı uluslararası camiayla birlikte kapsamlı ve iyi planlanmış bir siyasi çıkış stratejisi çerçevesinde kararlılıkla sürdürmeliyiz.
Nihai hedefimiz, kendi halkıyla ve komşularıyla barışık, toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini koruyan yeni bir Suriye’nin inşası olmalıdır. Bir geçiş döneminin ardından kurulacak yeni Suriye’de, savaş ve insanlık suçu işlemiş kişilere asla yer verilmemelidir.
Suriye’de devam eden insanlık dramının sona erdirilmesinde BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi (P5) ve Suriye’ye komşu ülkelerin birlikte yürütecekleri samimi çabaların belirleyici rol oynayabileceğine inanıyorum.
Er ya da geç insanlığın ortak vicdanının bu vahşete son verecek bir çıkış kapısını aralayacağına dair umudumu korumak istiyorum.
Son olarak, Suriye’nin içinden geçtiği bu zor süreçten bir şekilde menfi etkilenen halkımızın meselelere sağduyu içinde yaklaşan vakur tutumunu da şükranla karşıladığımı bu vesileyle ifade etmek isterim.
MISIR'DAKİ OLAYLAR
Çok büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir ülke olan Mısır’da yaşanan gelişmelerin, hem Arap dünyası hem de İslam Dünyası bakımından her zaman önemli yansımaları olmuştur.
Biz Mısır'ın geleceğinin, halkının özgür iradesinin tecelli ettiği, anayasal meşruiyetin hâkim olduğu ve demokrasinin temel prensiplerinin hayata geçirildiği bir sistemde yattığına inanıyoruz.
Bu doğrultuda, kardeş Mısır’ın en kısa zamanda kaldığı yerden tekrar demokrasiye geçmesini; siyasi tutukluların serbest bırakılmasını; ülkenin yaralarını saracak şekilde bütün siyasi akımların yer alacağı özgür ve adil seçimlerin gerçekleştirilmesini umut ediyoruz.
Tarih boyunca Akdeniz’in iki yakasında sürekli etkileşim içinde bulunmuş iki halk ve ülkeyiz. Türk halkı olarak, Mısır’ın her bakımdan güçlü bir ülke olmasını, halkının huzur ve refah içinde yaşamasını çok samimi bir şekilde arzu ederiz.
Netice itibariyle, Mısır halkı ve devleti ile kadim kardeşlik ve dostluk hukukumuz, aramızdaki görüş farklılıklarını aşabilecek kadar güçlüdür. Bu güçlü bağlardan yararlanarak, Mısır’ın demokrasiye dönmesine ve normalleşmesine katkıda bulunabilir, ülkelerimiz arasındaki ilişkileri daha da ileri seviyeye taşıyabiliriz.
NEW YORK TEMASLARI
New York’taki temaslarım çerçevesinde, İran’da yeni bir dönem başlatan Cumhurbaşkanı Ruhani ile görüşme fırsatı buldum. Önemli komşumuz İran ile ikili ilişkilerimizi ilerletmek ve başta Suriye krizinin çözümü olmak üzere çeşitli bölgesel meselelerde işbirliğimizi güçlendirmek hususunda anlayış birliğine vardık.
Ayrıca, İran ve ABD arasında başlayan ilk doğrudan temasların da bölge barışına katkı sağlamasını temenni ediyorum.
Diğer bir komşumuz Irak ile ilişkilerimiz de kuşkusuz çok önemlidir. Son 10 yıldır kritik bir dönemden geçen Irak’ın toprak bütünlüğü ile siyasi birliğini hep savunduk. Siyasi istikrarına ve ülkenin yeniden imarına katkıda bulunmak için her türlü çabayı sarfettik. Irak’ta 10 yıldır süren şiddet sarmalından büyük üzüntü duyduk, duyuyoruz. Özellikle son dönemde Irak’taki her kesime ve bu arada Türkmen kardeşlerimize de yönelik artan terör saldırılarını endişeyle takip ediyoruz.
Hâlihazırda Irak, ülkemizin en önemli ticari ve ekonomik ortaklarından biridir. Son dönemde siyasi ilişkilerimizde yaşanan hassasiyetin de en kısa zamanda aşılacağına inanıyorum.
Muazzam bir işbirliği potansiyeline sahip Irak-Türkiye ilişkileri tam layıkıyla değerlendirildiğinde, sadece halklarımızın ortak refahına değil, tüm bölgenin barış ve istikrarına katkıda bulunacaktır.
Son yıllarda geliştirdiğimiz bölgesel süreçlerden biri de Körfez İşbirliği Konseyi üyeleriyle başlatılan Stratejik Diyalog mekanizmasıdır.
Körfez ülkeleriyle karşılıklı saygı ve güven temelinde büyük bir ivme kazanan ilişkilerimiz son dönemde her alanda meyvelerini vermeye başlamıştır. Bu ülkelerle çok sayıda önemli ticari, ekonomik ve askeri anlaşmalar imzalanmıştır. Ayrıca, KİK ülkeleri ve Türkiye pek çok bölgesel meselede benzer tavırlar sergilemiş, ortak girişimlerde bulunmuşlardır.
Bazı meselelerde Körfez ülkeleriyle konjonktürel görüş ayrılıklarımız olsa dahi karşılıklı kazanımlarımızın korunmasını ve ilişkilerimizin daha da güçlenerek devam etmesini arzu ediyoruz.
Orta Doğu’nun temel sorunu olan Arap-İsrail ihtilafı çözülmeden bölgenin ve dünyanın huzur bulması mümkün değildir.
Bu anlayışla, son dönemde başlayan müzakerelerin, tüm Filistinlilerin kabul edebileceği, 1967 sınırlarını esas alan, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız ve yaşayabilir bir Filistin Devleti’nin kuruluşuyla ve kalıcı bir barışla neticelenmesini arzuluyoruz.
Ancak, bir yandan müzakereler sürerken, diğer yandan başta Doğu Kudüs’te olmak üzere işgal altındaki Filistin topraklarında yeni yerleşim yerleri inşasına izin veren İsrail’in tavrını çok tehlikeli ve bu süreçle bağdaşmaz buluyoruz.
Meclis kürsüsünden yaptığım bütün konuşmalarımda Avrupa ülkeleriyle ve müttefiklerimizle olan ilişkilerimizin önemine değindim. Bu ilişkilerin sadece bir dış politika veya güvenlik ittifakı tercihi değil, aynı zamanda milletimizin tarihi tecrübesinin ışığında şekillenen stratejik yönelimi olduğunu ifade ettim.  Bugün de hangi kritere göre bakarsanız bakın, ekonomik, siyasi, askeri ve insani ilişkilerimizin sıklet merkezini hala bu ülkeler oluşturmaktadır.
Kuşkusuz bu ilişkilerin en temel sütununu üyelik müzakerelerini sürdürdüğümüz AB ile münasebetlerimiz teşkil etmektedir.
Mevcut küresel ve bölgesel konjonktür ışığında, bir ayağını sağlam bir şekilde AB’de tutabilen bir Türkiye, hem kendisi için belirlediği büyük hedefleri gerçekleştirebilir, hem de AB ile birlikte, bölgesine, komşu halklara çok daha etkili bir destek sağlayabilir. AB sürecinin ülkemizin pek çok alandaki standartlarının yükseltilmesinde oynadığı rol de hepinizin malumudur.
Diğer taraftan, Euro bölgesinde yaşanan kriz, AB’nin daha esnek bir yapıya kavuşturulması gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu yeniden yapılanma sürecini dikkatle takip etmeli, 5 yıl öncesinin değil, 5 yıl sonrasının Avrupa Birliği’ni düşünerek stratejilerimizi belirlemeliyiz. Yeniden yapılanan AB’de Türkiye’nin yerini pekiştirecek biçimde kendi politikalarımıza bugünden yön vermeliyiz.
Amerika Birleşik Devletleri ile ikili çerçevede siyasi, askeri, ekonomik ve bilimsel alanlardaki ilişkilerimizin önemi kadar, bölgesel konulardaki istişarelerimiz de önemlidir.
Öte yandan, NATO müttefiklerimizle ortak değerler temelinde yürütülen ilişkilerimiz, bugün de dayanışma ruhuyla sürdürülmektedir.
Bu bağlamda, Suriye’de kriz dolayısıyla, hava savunma sistemimize katkı sağlamak suretiyle Türkiye ile dayanışma sergileyen müttefiklerimiz, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve Hollanda hükümetlerine Türk halkı adına teşekkür ederim.
KIBRIS MESELESİ ÇÖZÜME KAVUŞMALI
Yaklaşık 50 yıldır devam eden bir ihtilaf olan Kıbrıs meselesi, artık bir çözüme kavuşturulmalıdır. Çözümün parametreleri esasen bellidir. Bu temel üzerinde vakit kaybetmeden kapsamlı bir çözüme ulaşılması için iki toplum arasındaki doğrudan müzakerelerin yürütülmesi elzemdir. Ancak ucu açık müzakere süreçlerinden de bir netice alınamadığı tecrübeyle sabittir. Başlayacak süreç esasen herkes için bir samimiyet testi olacaktır. Türkiye,  her zaman olduğu gibi adada adil ve kalıcı bir barışın tesisi yönünde her türlü diplomatik süreci destekleyecek ve kardeş Kuzey Kıbrıs Türk halkı ile dayanışmasını en yüksek seviyede tutacaktır.
Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığım süre zarfında en fazla önem verdiğim alanlardan biri de kardeş Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler olmuştur. Şüphesiz bu sürecin en önemli kazanımı Türk Konseyi’nin kurulmasıdır. Son 6 yılda Türk Cumhuriyetlerine gerçekleştirdiğim 19 ziyaret ise, ilişkilerimizin somut olarak hacim ve derinlik kazandığının bir göstergesidir. Bu ilişkileri gelecek nesillere güçlü bir şekilde taşımalıyız.
Komşumuz Rusya Federasyonu ile yürüttüğümüz çok boyutlu ve kapsamlı ilişkilerin her geçen gün ilerlemesinden büyük memnuniyet duyuyorum.  Bu yakın işbirliğinin bölgesel ve küresel meselelerde de sürdürülmesi ayrıca memnuniyet vericidir.
Türk dış politikasının son 11 yılda sergilediği aktif çabalar ülkemizi küresel ve bölgesel bağlantıları güçlü bir ülke haline dönüştürmüştür. Bu itibarla G-20’nin aktif bir üyesi olarak, dünyanın yükselen ekonomileri Çin, Hindistan, Brezilya ve Endonezya ile ilişkilerimize daha da ivme kazandırmamız gerektiğine inanıyorum.
Aynı şekilde son yıllarda önemli neticeler aldığımız Afrika, Latin Amerika ve Pasifik ülkelerine açılım politikalarımızın sürdürülmesinde büyük fayda vardır.
Son olarak, dünyada ve bölgemizde yaşanan dramatik gelişmelerin, ülkemizin kapsamlı savunma reformu ihtiyacını daha da belirginleştirdiğini dikkatinize getirmek isterim. Esasen talimatlarım doğrultusunda başlamış olan kapsamlı çalışmaların önemli olduğuna inanıyorum.
2008’de Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan, kısa süre içinde önce Avrupa’yı, daha sonra tüm dünyayı tesiri altına alan ekonomik krizin etkileri henüz tam atlatılamamıştır.
Başta ABD olmak üzere gelişmiş piyasa ekonomilerinin kriz döneminde uyguladıkları parasal genişleme politikalarını değiştirme yönünde verdikleri sinyaller, aralarında ülkemizin de olduğu yükselen ekonomilerin kur ve faiz göstergelerinde bir dalgalanmaya yol açmıştır.
Ortaya çıkan bu şartlar, Türkiye’de de kur ve faiz hadlerinde dalgalanmaya sebep olmuştur. Ancak bu hareketler ülkemize has bir durum olmayıp, diğer yükselen piyasalarla paralellik arzetmektedir.
Esasen, Türkiye’nin makroekonomik temelleri son derece güçlüdür. Başarıyla uygulanan ekonomik politikalar ve sağlanan mali disiplin sonucunda enflasyon ve faiz oranları tek hanelere inmiştir. Kamu borç stokumuz ve bütçe açıklarımız Maastricht kriterlerinin de altında seyretme başarısını göstermiştir.
2001 yılında yaklaşık % 18 olan faiz harcamalarının gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı,  2012 yılında % 3,5’a çekilmiştir. Bu da ülke kaynaklarının fiziki yatırımlara ve reel ekonomiye aktarılması imkânı tanımıştır.
Kredi derecelendirme kuruluşları da bu olumlu tabloyu görerek geçtiğimiz dönemde ülkemizin notunu “yatırım yapılabilir ülke” seviyesine yükseltmişlerdir.
Nitekim,   büyüme performansıyla ilgili son veriler de Türk ekonomisinin güçlü makro ekonomik temeller üzerinde yükselmeye devam ettiğini göstermektedir.
Önümüzdeki dönemde gelişmiş ülkelerde 2008 krizi sonrası başvurulan parasal genişleme politikalarının büyük ölçüde değiştirileceğine şahitlik edeceğiz.
Sözkonusu küresel ekonomik konjonktür, bizim gibi iç tasarruf oranları düşük ülkelerin büyümelerini finanse edebilmek için gerekli kaynağa erişimlerini zorlaştırabilir.
Türk ekonomisi açısından bu yeni dönemin kayda değer etkileri olacağı aşikârdır. Esasen ülkemizde artık kronikleşen düşük iç tasarruf oranı sorununu halletmemiz öncelik arzetmektedir. 1990larda %23ler civarında olan iç tasarruf oranımız, ilerleyen yıllarda düşmeye başlamış, son dönemde ise alınan tüm tedbirlere rağmen ancak %15’e yükseltilebilmiştir.
Sözkonusu düşük tasarruf oranı, sürdürülebilir bir büyüme performansı yakalamamızın önünde en önemli engellerden birini teşkil etmektedir.
Dolayısıyla, büyümenin finansmanında bir taraftan iç tasarruf oranını arttırırken, diğer taraftan doğrudan dış yatırımlar ve toplam faktör verimliliğini arttırmamız elzemdir.
Bu doğrultuda gerçekleştirilecek yapısal reformlar, her zaman dikkat çektiğim gibi, ülkemizin orta gelir tuzağına düşmemesi bakımından da son derece hayati bir konudur.
Bugünün küresel ekonomik rekabet şartları altında verimliliği arttırmanın ilk şartı eğitim kalitesini yükseltmektir.
OECD verilerine göre Türkiye’nin temel bilimler eğitimindeki performansı son sıralarda yer almaktadır.
Hükümetimizin eğitime bütçeden en fazla payı ayırdığı, en büyük yatırımları yaptığı bir dönemde ortaya çıkan bu durum hala eğitim sistemimizde katedilmesi gereken  mesafe olduğuna işaret etmektedir.
Anadolu’yu ziyaretlerim sırasında pek çok üniversitede incelemelerde bulundum. Üniversitelere gerçekten muazzam kamu kaynağı sağlanmakta, bunlar yüksek standartta fiziki ve teknolojik altyapıyla donatılmaktadırlar.
Dolayısıyla, üniversitelerimizden de eğitim ve bilimsel araştırma performansını aynı şekilde yükseltmelerini beklememiz toplum olarak en tabii hakkımızdır.
Bilgi çağının gerektirdiği donanımlara sahip, özgüveni yüksek, araştırmacı, analitik düşünceye sahip bir neslin yetiştirilmesi, gelecekte ekonomik ve beşeri kalkınmamızın lokomotifi olacaktır.
Verimliliği artırmanın ve rekabet üstünlüğünü sürdürmenin diğer önemli şartı ise, bilim, teknoloji ve yenilik politikalarına öncelik vermekten geçer. Bu politikaların artık bir beka meselesi olduğuna her vesileyle dikkat çektim.
Dolayısıyla, araştırma-gelişme ve inovasyon faaliyetlerine son yıllarda sağlanan desteğin aratarak devam etmesi bu bakımdan büyük önem taşımaktadır.
Sözkonusu faaliyetlerin özel sektör tarafından ticari ürün ve başarıya dönüştürülmesi, yeni büyüme politikamızın da temel dinamiği olmalıdır.
Son 12 yılda ülkemizi işleyen bir piyasa ekonomisi yapmak için çok gayret sarfedildi. Bunu gerçekleştirmek için pek çok iktisadi ve hukuki köklü reformlar hayata geçirildi. Ülkemizde sağlanan siyasi istikrar süreklilik arzeden önemli ekonomik başarılara tahvil edildi.
Yapılan reformlar sayesinde yerli-yabancı ayrımı gözetmeden tüm girişimcilere dostça davranan bir ekonomi olduğumuz algısı tüm dünyada yerleşti. Ülke olarak bunun meyvelerini doğrudan yabancı sermaye yatırımları ve ucuz maliyetli fon girişleriyle aldık.
Önümüzdeki dönemde de bu kazanımlarımızın ve dünya piyasalarındaki müspet algımızın aşınmasına izin vermemeliyiz.  Hem yabancı yatırımcıyı, hem de kendi ülkemizdeki müteşebbisi rahat ve güvenli hissettirecek ortamı her zaman muhafaza etmeliyiz.
Diğer taraftan, bir ülkenin ekonomik büyümesi tek başına toplumsal huzur ve barışın teminatı olamaz. Dolayısıyla, ekonomik büyümenin ortaya çıkardığı refah artışının da adil dağıtılması önemlidir.
Bu bağlamda, ülkemizdeki gelir dağılımını düzeltici sosyal politikaların devamında büyük yarar vardır. Bu çerçevede, en önemli araçlardan biri olan kentsel dönüşüm projelerinin çevre, şehir estetiği ve sosyal intibak kriterleri de dikkate alınarak uygulanması elzemdir.
Nihayet, kadınların başta siyaset ve ekonomi olmak üzere toplum hayatımızın tüm alanlarına aktif katılımlarının sağlanması, beşeri kalkınmamızın anahtarı olacaktır. Bu konuda yaşanan sorunların çözümü de memleketimizin öncelikleri arasında yer almalıdır.
SON YASAMA YILINI AÇIŞ KONUŞMAM
Bu yıl 29 Ekim’de Cumhuriyetimizin 90. Yıldönümünü kutlayacağız. Tüm halkımızla birlikte Cumhuriyetimizin bu süre zarfında elde ettiği kazanımlardan gurur duyuyorum.
Bugün ekonomisiyle, demokrasisiyle ve ordusuyla güçlü bir ülke olarak tüm dünyada saygın bir yere sahibiz. Şimdiye kadar ki kazanımlarımızın üzerine daha büyüklerini inşa ederek yolumuza azimle devam edeceğimizden de hiç şüphem yoktur.
Bu, seçildiğim görev süresi içerisinde benim son yasama yılını açış konuşmam. Cumhuriyetin 27. Yıldönümünde doğmuş; ve onun en önemli erdemlerinden biri olan fırsat eşitliğinden yararlanmış bir Türk vatandaşı olarak; Milletimizin bana lütfettiği Cumhurbaşkanlığı görevini layıkıyla yerine getirmeye çalıştım.   Geride bıraktığımız altı yıl içerisinde doğru bildiklerimi söylemeye, hatırlatmaya ve yapmaya gayret ettim. Rehberim, Anayasamız, inançlarım ve vicdanım oldu.
Hayatım boyunca, “halka hizmeti Hakk’a hizmet bilerek, Yüce Milletimizin hizmetinden hiç ayrılmadım. Bundan sonra da bu anlayış ve şuurla Milletimizin hizmetinde olmaya devam edeceğim.
Sözlerime son verirken, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Yüce Meclis’in ebediyete intikal etmiş tüm üyelerini ve bütün şehitlerimizi bir kez daha rahmetle yad ediyor ve yeni yasama yılının Milletimiz için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.''

Sayfada yer alan bilgiler tavsiye niteliği taşımayıp yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırımcı profilinize uymayabilir.

YORUMLAR (2)
:) :( ;) :D :O (6) (A) :'( :| :o) 8-) :-* (M)
  • Xkapiler.01 Ekim 2013 21:12

    Bu kadar uzun konuştuğuna göre ALLAH RAHMET EYLESİN demekten başka birşey gelmiyor içimden.eceli gelenler anlarlar.bir zahmet erdoğanada söyle.

  • Ali01 Ekim 2013 20:43

    SON KINUŞMA TABİKİİ ARTIK YENI SISTEM BAŞKANLIKTA BAŞKANIMUZ TAYYIP ERDOĞAN